Ece Aksoy’un yemekleri hiçbir zaman ‘vasat’ olmadı

Ece Aksoy’un ardından Hasan Cemal, “Acım büyük, Ece’yi kaybettik, sevgili kara kutumuz bizi bıraktı, bir başka diyara gitti…” dedi.
Mehmet Yalçın, “gustomehmetyalcin” Instagram hesabından “Bir zamanların efsanesi Ece Bar’ın kurucusu Ece Aksoy’u kaybetmişiz…” diye başlayıp “Stüdyo 54, Aynalı Meyhane ve 9 Ece Aksoy.” yazdı.

Gazeteci kızı Zeynep de sosyal medya hesabından “Seninle 52 yıl geçirdiğim için çok şanslıyım” gönderisini paylaştı.
Yine Ece Bar’ın müdavimlerinden gazeteci ve yazar Berna Abik, “… Esas cilveli sendin ama canının istediğine. Hem de ne cilve. Canının istemediğine ise dünyanın en nemrut insanı olurdun.” demiş. Tüm bunların dışında, HaberTürk’te Oray Eğin de bir yazı yazmış. “Ece ajandası” başlığı altında “Ege otları yasta…” diye devam etmiş.

BEN DE EKLEME YAPAYIM

Oray’ın “Ancak, aramızda kalsın, Ece’nin otları da, diğer yemekleri de pek iyi değildi. Ya fazla haşlanmış ya da fazla kavrulmuştu; tuzu ya da asidi eksik, bazen yavan, bazen tatsız kalmıştı. Sadece otlar değil, mönüdeki diğer yemekler de fazlasıyla vasattı…” satırları hariç, son dönemde oraya giden insanların profiliyle alakalı diğer yazdıklarına kısmen katılıyorum.
“Yetmez ama evetçiler” ya da eski döneklere bir satırda “bir baltaya sap olamayanlar” olarak ben de ekleme yapayım.

İŞTE ORADA DURMAN GEREKİYOR

Bu tipler her devirde kendine dedikodu yapmak için tüneyecekleri bir mekan mutlaka bulurlar.
Ece Bar’a, sanatçı, gazeteci, yazar ve iş dünyasından İstanbul’un renkli isimlerinin yanı sıra, oyuncuların peşinde topaç fırıldağı gibi gezen işsiz güçsüz tipler de sık gelirdi.
Oray Eğin’in Ece Bar’a gelen eski dönek tipler tespitine katılıyorum.
Ancak Ece’nin yemekleri “vasattı” dersen, işte orada durman gerekiyor, Oray.
Sap başka şey, saman başka, ot başka, baldıran başka…

Öncelikle şunu belirteyim: Ece’ye yemeğe gidiyorsan, o akşam Asmalı’da ilk durağın Cavit, Refik veya Yakup olmadan gitmen gerekiyordu.
Asmalı meyhaneleri ile Ece’nin tatları çok başkaydı.
Cavit'ten çıkıp Ece’ye uğrayıp “bir de burada ciğer yiyeyim” dersen, “kokoreççi muamelesi” yapmış olursun ve oyuna geriden başlarsın.

ee272119-bfee-4a73-9f7e-b9ebe20dc28a.jpeg

GELDİĞİN SAATİ HATIRLARSAN...

Ece’ye gitmenin bir saati vardı.
Gittiğinde önce Ece’nin okkalı bir fırçasını yemelisin, sonra ne getiriyorsa itiraz etmeden masaya koyduklarını afiyetle yiyip lezzetini hissetmelisin.
Sevgili Oray, senin gittiğin gün ben ve Halil Ergün de oradaydık.
Sen, Barbaros ve arkadaşların uzun masanın ucundaydınız, biz de Halil Abi ile dışarı bakan camdaydık.
Geldiğin saati hatırlarsan, Ece’nin yemekleri “vasattı” diyeceğin saat değildi.
O saatte sahanda köftenin lezzetli olmaması çok normal.

Sen sahanda köfteyi, kuzu tandırı bir de Ece’ye gitmen gereken saatte yeseydin, ne demek istediğimi çok iyi anlardın.
Damak çatlatan lezzeti hisseder, “parmaklarını yerdin.” Pandemi dönemine kadar hemen her akşam Ece Bar’a giden bir müdavim olarak içtenlikle söylüyorum ki, yemekleri 10 üzerinden 11’di.
O fazladan “1” ise başlangıç olarak Ece’den yediğimiz dobralık dolu fırçaydı.
Çünkü Ece’ye öncesinde “Biz geliyoruz” dediğimizde yemeğin ön hazırlığını evde yapardı.
Gün içinde arar “Volkan! Akşam tam 7’de burada ol, bir dakika geçirme…” diye tembihlerdi.
Şişli’den taksi bulup Asmalı’ya varmam her zaman geç olurdu, işte o nedenle önce fırça yerdim.
Ece: “Bu yemeklerin yeme saati var. Gecikirsen tadını alamazsın. O nedenle soruyorum, kaçta burada olacaksın?” diye bağırır, çağırır, fırçayı basardı.
Sonra “otur oraya” derdi.

"MÖNÜ BENİM..."

İlk kez gidenler “Mönü alabilir miyim?” dediğinde “Mönü benim…” der, bir fırçada onun için atıp bana keskin bakışıyla: “Bu kişilere nereye geldiklerini anlatmadın mı?” diye söylenerek mutfağa giderdi.
Fırçayı yedikten sonra masaya önce zeytinyağlılar ve evde gündüzden pişirdiği zeytinli ekmek gelirdi.
Serçe parmak boyutunda sarmalar, pazıya sarılmış minik lokmalık kısır, Çatalca pazarından alınmış otlardan yapılan mezeler, bol soğanlı domatesin üzerinde Ezine beyaz peynirini rendeleyip ‘kar yağdı salatası’ ile masa donanırdı.
Gerçi bu salataya Halil Ergün her zaman “Kadir İnanır salatası” der, Ece bir de o yüzden fırçalar “Kadir ne bilir bu salatayı?” diye takılırdı.

80f406a7-5a84-46bc-8d3d-a0709652669e.jpeg

"NEDEN YEMEDİN, SENİ Mİ BEKLEYECEĞİM?"

Ara sıra masaya gelir, tabağını bitirmeyenlere, “Neden yemedin, çabuk ye, devamı gelecek, seni mi bekleyeceğim…” diye söylenirdi.
Ara sıcak olarak: Onno (Onno Tunç) patatesi, el açması çıtır börek (offf yazarken canım çekti), ızgara kokoreç gelirdi.
Hele bir sarımsaklı sirkede marine edilmiş ızgara işkembesi vardı, çok lezzetliydi.
Eğer Sema Moritz ve Ahmet’in Ganoz’daki evlerinden yeni gelmişse, böreğin yanında kendi yaptığı acı biber reçeli de olurdu.
“Ece, ana yemek ne yiyeceğiz?” diye sorduğumuzda “Doymadınız mı?” sözü halen kulaklarımda çınlar.

KATILMAM MÜMKÜN DEĞİL

O nedenle müdavim olamayan Oray’ın “Yemekleri vasattı” görüşüne katılmam mümkün değil.
Çünkü o yemeklere lezzet katan kaliteli malzemenin yanı sıra, emek, aşk, sevgi, hüzün, anı vardı.
Bir keresinde Ece telefon açtı: “Feza’yı da aradım, sen de Halil Ergün’ü ve Togan’ı al gel, Kars’tan Kaz geldi, nasıl yapmışım, tadına bakın, sizin fikriniz önemli” demişti..
Efsane pişmiş Kars kazını: Feza, Halil Abi ve Togan afiyetle yemiştik.
Selda Bağcan’a anlattığımda “Bana neden haber vermedin, hemen gelirdim…” demişti.
Pandemi günlerinde evim Kumbaracı Yokuşu’ndaydı.

HAYATIMIZDAN ECE AKSOY GEÇTİ

Ece arar “Yemek yaptım, kapıya koydum. Sıcak sıcak ye” deyip hemen her gün en lezzetli yemekleri birkaç dostu ve benimle de paylaşırdı.
Pandemi mönüsü genelde Tuğrul Eryılmaz’ın sevdiği yemeklerden oluşuyordu.
Bebek Oteli’nde bir pazar akşamüstü e, Feza ve ben saatlerce oturmuş, gülmekten karnımıza ağrılar girmiş, Ece’ye olan sevgim hayranlığa dönüşmüştü.
Hayatımızdan lezzetli yemekleri, tarifleri, anıları, öyküleri, tatlı gülüşü ve örnek olan dostluğuyla Ece Aksoy geçti.

23231.png

PLAJA ALINMAYAN KIVANÇ TATLITUĞ’UN TEPKİSİ

Geçenlerde Leros’ta Ammos Plajı’nda şezlongda uzanmış, sipariş verdiğim sabah kahvemi bekliyorum.
Tam o sırada hemen önümdeki iki şezlonga teknesinden inen Kıvanç Tatlıtuğ, yanında oğlu Kurt Efe, annesi Nurten Hanım, Kurt Efe’nin plaj oyuncaklarını taşıyan yardımcıları hanımefendi ile birlikte havlularını serdiler.
Bana kahvemi getiren Ammos’un genç servis görevlisi Chris, Tatlıtuğ ailesini görünce “Rezervasyon yaptırmadan oraya oturamazsınız” diye uyardı.

TATLITUĞ HEMEN ÖZÜR DİLEDİ

“Orası boştu filan fişman…” itirazları kabul görmeyince, annesi Nurten Hanım biraz sinirlendi ama Kıvanç hemen özür dileyip oradan ayrıldı.
Nurten Hanım’ın yardımcısı Leros’u eski çalıştığı patronlardan iyi biliyor olacak ki, Kurt Efe’nin oyuncaklarını alıp “Sinirlermeyin Nurten Hanım, gelin en baştaki plajda kesin yer buluruz” dedi ve Ammos’tan kalkıp, sahilin en ucundaki Castelo Hotel’in plajına gittiler.
Harbiden orası boştu ve Kurt Efe gün boyunca dilediği gibi plajda oynadı.
Kıvanç Tatlıtuğ çok efendi bir tavırla özür dileyip, “Bir dahaki sefere rezervasyon yaptırırız” demesi dikkatimden kaçmadı.

32123213.jpg

DAN BROWN’UN YENİ KİTABI SIRLARIN SIRRI

Bodrum’da sezon erken bitti, sessiz, sakin, mis gibi “Sarı yaz” günlerinin keyfini sürüyoruz.
Balık bol, pazarda yeşillikler alabildiğince güzel…
Deniz çarşaf gibi.
Yoğun, yorucu geçen bir yaz sezonunun ardından sonbaharın keyfini sürenlerden, hemen herkes gibi ben de “Yahu bu yaz nasıl geçti, anlamadım…” diyenlerdenim.

Benim için yazları yaz yapan en önemli unsurların başında kitap gelir.
Keyifli yazarların “Yaz sezonu” için yazdığı kitaplara bayılırım.
Ama bu yaz öylesine beni etkileyen bir kitapta olmadı.
Tüm sezon elinde eski kitaplarda gezdim.
Gustave Flaubert’in “Madam Bovary”, Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” kitaplarını kaçıncı kez olduğunu unutarak tüm yaz yeniden okudum.

Neyse ki Ertuğrul Özkök sayesinde “Dan Brown’un Sırların Sırrı” kitabının çıktığını öğrendim.
T24’de Dan Brown ile yaptığı röportajı izledim.
Hemen Yalıkavak’taki kitapçımdan aldım ve okumaya başladım.
Kitap oldukça keyifli akıyor.
Benim ilgimi çeken husus, konunun Prag’da geçmesi oldu.

Geçtiğimiz kış Şubat ayında Prag’da kalmıştım.
Romanda olayların bir Şubat ayında geçmesi keyifli bir tesadüf oldu.
Prag, benim sevdiğim bir şehirdir.
Çok sık giderim, her gittiğimde şehrin ilginç özelliklerini öğrenirim.
Son gittiğimde orada yaşayan bir arkadaşım şehrin gizemli bölgelerini gezdirmişti.
İlk gittiğimde ise Kafka’nın esrarengiz evini gezmiştim.

Çok hoşuma gitti.
Hatta Dan Brown’un kitabının Prag’da geçtiğinden habersiz kış sezonunda birkaç ay kalmak için kendime ev aramaya başlamıştım.
Derken “Sırların Sırrı” geldi.
Serserilik yaptığım Prag sokaklarının gizemi kitaba yansımış.
Bodrum’un sakin Eylül günlerinde su gibi akıyor.
Yoğun ülke gündeminden uzak, sarı yaz döneminin keyifli kitabını okuyorum.

BERLİN’İ İSTANBUL’A TAŞIDILAR

12 Eylül Cuma gecesi ilginç bir “Şehre Dönüş” etkinliği var.
Berlin’in house müzik kültürünü İstanbul’a taşıyan Berliner House Night, dans pistinde sabaha kadar sürecek bir etkinlik organize etmiş.
Gecenin konukları arasında; dünyanın birçok şehrinde sahne alan Berlinli prodüktör Marc Brauner ve Köln’ün sahnesinden çıkıp Berlin’in efsanevi Sisyphos kabininde performans sergileyen, enerjisiyle dans pistini ateşe veren Jeremy Reinhard var.
Onlara İstanbul sahnesinden güçlü destekler eşlik ediyor: setlerinde özgün prodüksiyonlarıyla dikkat çeken Safa Kocak ve Berkay Karabağ.
Türk-Alman ortaklığındaki etkinlik ilgi çekici.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Volkan Yüksel Arşivi

Sezen Aksu ile buluşan Türkiye

03 Temmuz 2025 Perşembe 14:33